15 Şubat 2012 Çarşamba

samimiyet

Bir Neslin Evrak-ı Metrukesi

Kelli felli gibi görünen koca koca adamlar, herifler, herifçioğullarının işgali altında TV’ler ve bilumum iletişim organları. Hatta muhteremler organın kendisine dönüşmüş durumda. Örneğin TRT’de demincek itibarlı bir miktar gazeteci oturmuşlar Suriye hakkında tam da iktidarın lisanıyla yorumlar yapıyorlar. Yine Suriye’yi vuruyorlar, işbirlikçi ajan muhalifleri özgürlük savaşçısı yapıyorlar.
Derken aynı esnada Başbakan Suriye için samimiyetsiz diyorken bir bakıyorsunuz beyefendiler bir ‘kopyala yapıştır’ ile bu iddianın tarafı oluyorlar. (Suriye samimiyetsizmiş! Yani Akp hükümeti de samimiyet abidesi oluyor bu sahnede!) Elbette o beyefendilerin bir fikri vardır şahıslarına özgü, lakin kamuoyunda paylaştıkları hep efendilerin dilleri.
Oysa Suriye hakkında nispeten tarafsız kaynaklar farklı noktalara değiniyor. O beyler de biliyordur bildiğimiz kadarını, ama bunu taşeron bir hükümete karşı dile getirmek hem yürek hem de ciğer ister. Ki o taşeronluk ciddi bir iştir, önünde kralını durdurmaz. O beyefendiler mi duracak? Pöh!
Hangi Suriye?
Bakın örneğin Suriyeli kadınlar ne yapıyor, işbirlikçi olmayan yurtsever Suriye halkı ülkesini olası bir işgal ve yağmadan korumak için neye girişiyor. Sözde samimiyet dersi verenlere bir not olsun Mihrac Ural’dan yaptığımız bu alıntı, sonra da memleketimizden bir başka samimiyet, yurtseverlik vs sahnesine bağlayalım konuyu.

“Araplarda özgür kadın saç uzatır. Köle kadının saç uzatması yasaktır. Özgür kadın, intikam, direnme, hak kazınma, haksızlığa karşı tepki amacıyla seçini kırparsa, erkeğe ‘ben de köle oldum git onurunu kurtar’ mesajı iletmiş olur. Kadınlar bunu bir işgalciye, bir düşmanın talan ve katliamlarına karşı yaparlarsa mesaj özgürlük için kölelikten kurtuluş için, karanlık amaçlı saldırılara karşı direnmek için, bir savaş çağrısı olur…
‘Neredesiniz… Saç kestik… Bu onursuzluk sizindir… Gelin de direnin, gelin de mücadeleye hazır olun ve Suriye’nin gasp edilmiş haklarını alın, ülkemiz aleyhine alınan karanlık kararları, İsrail-Amerika kuklası Arap birliğinin kirli kararlarını suratlarına vurun.’ dediler.
Ülkesine uzanan karanlık amaçları ve kararlarını, komploları ve tetikçilerini, uşakları ve eli kanlı şebekeleri hezimete uğratmak için Arap ulusuna seslendiler; ‘Yöneticileriniz, ülkem hakkında aldıkları karanlık kararlarla, Amerikan-İsrail uşağı olduklarını bir kez daha gösterdiler. Bu kuklalar, ülkemin haklarını çiğnediler, ülkemin iç sorunlarını devletlerarası bir sorun haline getirmek için ve bunun ardından NATO zalimlerince bombalanması, yıkılması için, gençlerinin öldürülmesi için kararlar aldılar. Ben bunlarla bağımı kestim, hakkım sendedir. Onurum sendedir, iffetimin hakkı sendedir. Bunu senden başka kimse bana veremez. Bunun için, seni direnmeye haklarımı almaya çağırıyorum.’ dediler.

Suriye’de hakikatlerin bir kısmı böyledir. Ama ülkemizdeki işgalciler elbette bir başka ülkenin de işgali için her türlü tezgâha başvuracaklardır yalanla, hileyle, aklımıza bile gelmeyecek taktiklerle.
Her Sistem Kendi İnsanını Öper
Klasik bir saptamadır bu, kullanacağım ben de; her sistem kendi insan tipini yetiştirir. Ve yetişen o insan tipi de o yetişme formatı içinde icabınca sorgusuz sualsiz hizmet eder o sisteme. Bir sır değil bu. Bakın öğretmeninden gazetecisine, TVcisine, dolmuşundan şoförüne, şarkıcı türkücüsüne, ebesinin örekesine… (Ki o değnek ucundaki ipe bir dayanak verirken, ip de o örekenin ritmine dâhil olur.)
Evet, çok güzel ifade eder biat etmek kelimesi külliyatlarını.
Haddizatında en çok yakışandır cehalete biat! Böylece o cehaletin biatiyle enteresan adamlar boy gösterir olur her platformda. Sonra malum performanslarına göre bir bilen oldular, danışıldılar.
Ulan! Zaplarken, o kumandayla kendinizi yaralamak istersiniz bazen. Hani, aslında bazen değil çoğu zaman. Fakat bu sıralarda ruhen ve bedenen sağlıklı olmaya ihtiyaç vardır. Dayan tırnak ile diş ile ara gazı icap etmez de değil kendi kendine.
Muhtemelen bir inanca istinaden epeydir hürmet görüp TV’lere çıkan, bilimin türlü alanlarında da kelam eden ve kalem oynatan bir nevi beberuhiler vardır ki; medet yarab, diyesi gelir insanın.
Samimiyet
Bakın, güya samimiyetsiz Suriye bir mücadeleye bir geleneğin gücüyle, kadınının haysiyetiyle girişiyor. Öte tarafta samimiyetten çatlayanlar TV’lerde izahı mümkün olmayan sahnelerle boy gösterirler; programlarına çıkardıkları kızcağızları adeta taciz ederler ‘kedicik, pisi pisi, gamze’ suluklarıyla; bunu da evet, bir inanca duyulan hürmetin gölgesinde yaparlar, pusuya bile yatma ihtiyacı duymadan. ‘Çok tatlı!’ değil mi? Veya Adnan Harun’un dediği gibi ‘very big cat, you!’. Diyeceksiniz ki bu da bir mücadele.
Samimiyetsiz olan, ulusunun işgaline karşı kadınıyla bir haysiyet kavgası da başlatır; diğeri tüm manevi değerleri de terkisine alarak aslında bir kepazelikten geri durmaz. İşgal edilmişliğine de kör bakar.
Cins cins, boy boy muhteremler; aynı meşrebin değişik sürümleri.
Kimisi Che’yi dolar diline cahil cesaretiyle, öteki kendini başbakanın can dostu ilan ederken atıverir kapağı meclise, birçoğu işgal veyahut bina edilmiş kanallarda iktidar cengâveri kesilir ve her bir zulmü, rezilliği meşrulaştırır. Hangi birini sayacağız? Bu arada meclis dedik de, Mehmet Metiner’in son durumu nedir? Ne haldedir, ne yapmaktadır? Oysa o da has bir kadrodandı. Adamcağız! Neyse, sen metin ol Mehmet, büyükler de affeder elbet!
Mazi
Nerde o eski bayramlar diyeceğim ben de; TRT’de tiyatrolar olurdu hatırlarım. Nisa Serezli’nin rol aldığı nefis oyunlar sahnelenirdi (Nevra Serezli değil: ). Sonra bir ‘Parmak Damgası’ uyarlaması vardı ki, olağanüstüydü Aytaç Arman ve Zuhal Olcay başrollerinde. O Yaprak Dökümü iki parçadan ibaretti, ırzına geçilmiş bir hale düşürülmemişti. Keşanlı Ali Destanı da iki bölümde, orijinal metne bağlı kalınarak gösterilmişti vaktiyle ar damarı çatlamamış o TV’de.
Sahi, şimdi Keşanlı Ali Destanı da dizi olmuş kanalın birinde. Eyvah! Anasını belleyip iğdiş edeceklerdir güzelim eseri. Bu eserleri koruma kanunu yok mu? En gereksiz soruları da ben sorarım. Bu memlekette kaygılarımız farklı. Kimin umurunda olur bir Keşanlı Ali’nin destanı…
Öyle; bir nesil Kaptan Cousteau’yu izliyordu şimdiki muktedir nesli Harun Yahya’yı izliyor, bilmem hangi ihtiyaçla. Ne demişler, bana ne izlediğini söyle sana insanlığının encamını vereyim. Böyle değil miydi o söz? Neyse, uyarladık oldu.
Kimin Çocukları
Sanchez’in Çocukları’nı bilirsiniz, orijinal adıyla The Children Of Sanchez.
Eserde Mexico City’nin gecekondu mahallelerinden birinde dört çocuğu ile yaşayan Jesus Sanchez'in zalim ekonomik koşullar içinde verdiği hayat mücadelesi anlatılır, romandaki kişilerin ağzından Meksika hükümeti ve devlet adamları eleştirilir. Bizde de var benzer eserler.
Bir isme hürmeten seçtim bunu, Sanchez’in Çocukları! Yazının sonunu kurmak için... Oralarda bir yerlerde evet, Sanchez’in kendisi ve çocukları kötü bir hayatın sorgusunu yaparlar, gereğince. Burada da bir cephede yapıldığı gibi... Fakat bir başka cephede Küba Devrimi süreminde ABD işbirlikçisi Rahip İsmael De Lugo’nun bir nevi çocukları da bir başka hesabın muhasebecisidirler, gereğince. Her bir yerde!
Ulan! Önüm, arkam, sağım sobe! Saklananın da ta…

6 Kasım 2011 Pazar

Sorarım Sana, Olayın Ne?


Sadece bir tür cevap yazısıdır. (Yoksa yemin billah bu vesileyle ilk kez görüyorum hatunu, yani mevzunun bir evveliyatı yok...)

Orhan Veli Kanık, şiirini tam kuramadan çekip gitti. Oysa döneminde yaptıklarına bakınca, yaşasaydı şiirimize yaptıklarından çok daha fazlasını kazandırabilirdi derim. Mümkün olsaydı da ömrümden vermiş olsaydım.

Şöyle der bildiğiniz bir şiirinde (Quantitatif’te) :Güzel kadınları severim / İşçi kadınları da severim / Güzel işçi kadınları / Daha çok severim.

Hayır, şiir eleştirisi filan yapmayacağım; ama belki görece güzel bir kadın eleştirisi yapacağım. Ama buna da hayır, aslında güzel kadın eleştirisi de yapmayacağım; çünkü beyin fonksiyonları, hayat algısı, sanata siyasete tarihe dair belli bir bilinç sahibi başka bir yerdedir güzel kadın olmaktan, kadın veya erkek olmaktan… Güzel kadın olarak bir yerlere gelinir elbette, o görece güzelliğe tav olup salya döken ne meşrepte birileri vardır ki hatunun tekine çapına uymayan kapıları açıp onu deri koltuklara da kurdururlar sonraki bedel ödeme aşamasında. Bir iki kitap, eline tutuşturulmuş üç beş not, ezber edilmiş sekiz on klişe…

O Alçı Sıyrılınca

Amaç hakaret etmek de değil farklı algı olmasın, bir durumu konuşuyoruz. Ama yanlış anlaşılacaksa hemen cevabı koyalım şuraya; biz de zaten yamyam ruhluyuz bre. Katil putlaştırıcısıyız, değil mi, bizim gibilerden başka ne beklenir ki? (Ama not; puşt paçavrası değiliz.)Bakın Orhan Veli yukarıdaki şiirinde salak kadınları severim dememiş. Demez! Orhan Veli de zamanının harbi adamlarındandır. Çünkü bazı güzel ve salak kadınlar, ki görecedir o güzellik evet, ağzına geleni söyler, ağzına aldığını geveler, başka ağızlarla konuşur. Ve fakat konumuz ne güzellik ne de kadın, yanlış anlaşılmaya. Mesele bir fikriyatın güzelliği ve pespayeliğidir şu esnada. O Alçı’yı sıyırınca ortaya çıkandır memleketin de meselesi olan çirkinlik. Şimdi buna dair yazmaya çalışıyoruz lisanımünasiple (Nasıl olacaksa?).

TV’lerdeki Görece Güzel Kadınlar

Sahi bu arada, ne çok güzel kadın görüyoruz değil mi TV’lerde; NTV’de, HT’de, D’de, CNN’de… Güzel kadınlara bakarken biz, o güzel kadınlar bu arada çirkin şeyler de söyleyebiliyor. Ne güzel bir çelişkidir bu. Galiba bir filmde söylemişti biri; nerede güzel bir kadın görürsen orada ondan sıkılmış bir de erkek vardır, diye. Yani yanındaki delikanlıya, hep bir şansın vardır evlat, demeye getiriyordu galiba lafı. Ulan, acaba sıkıldıkları “bazı” güzel kadınlara iş mi ayarlıyorlar TV’lerde filan. Nedir durum? Yoksa insan oralara çıkıp da nasıl öyle sittiriboktan laflar edebilir? O klişeleri hangi ortamlarda içine sindirip de sarf etmiş olabilir? Cesarete bak! Üç satırlık bilgiyle, meçhul bir alıntıyla, insanlıktan uzak bir insaniyet hissiyle, sahte edalarla, bilmiş tavırlarla nasıl bir cahil cesaretidir hanımefendileri oralara kadar sürükleyip konuşturan…Avantajdan DezavantajaGüzel kadınların avantaj zannettikleri dezavantajları budur galiba; dizi izler gibi izlenirsiniz evet makyajlarınızla, takılarınızla, özenle seçilmiş kıyafetlerinizle ve fakat “tam da” derin sulara girdiğinizde makyajınız akar, saçlar bozulur, kıyafetler bez parçasına dönüşür hatta üzerinize yapıştığı yerlerde selüloitler kendini salar; çirkinleşiveririsiniz be güzelim, yani bunlar elbette mecazen ama hakikaten çirkinleşirsiniz, birkaç cümleden sonra insan bir sureti değil bir fikri görmeye başlar; yapmayın bunu önce kendinize sonra bize güzel hanımcık…

Ne demişti Orhan Veli, güzel işçi kadınları severim…

İyi laf. Ama güzel ve salak kadınları sevenler daha fazla, kanımca. Yahu o güzellik Allah vergisi de o cins geri zekâlılık nereden gelir? Kolaycılıktan olabilir, iktidarla kucak dansı yapmaktan olabilir, o da Allah vergisi olabilir, nasıl olsa götümü muktedir olana dayadım, bundan böyle buradan öteye istediğim gibi sallayabilirim eyyamcı keyfiyeti olabilir, bir omurga rahatsızlığından dolayı dönemim kalemi olma hafifmeşrepliği olabilir. Bir sürü sebep olabilir canım, hepsini de ben yazacak değilim ya…

Demiş ki

“Tam da beni son derece rahatsız eden, özgür düşünceyi engelleyen…” diyor. Soksunlar senin özgür düşüncene özgürlüğü, sen hangi düşünceye erdin de özgürünü arıyorsun?.. Ağır mı oldu? Değil bence, tam da bize göre, yamyam ve barbar kavmindeniz nasıl olsa… “Solun da bu kadar, kusura bakmayın ama, zavallı noktada olmasını sağlayan tam da bu putlaştırmadır…” diye ekliyor sonra. Önce, TV’lere çıkıp özgür düşüncelerini ifade ederken önce bir dilini öğren be kadın! “Tam da” o cümlede “sağlayan” sözcüğü yanlış kullanıldı, onun yerine “neden olan” diyecektin. Olumlu durumlarda “sağlamak” olumsuz durumlarda “neden olmak” öğren. Hay seni okutan öğretmenin…Putlaştırma da solun zavallılığı değildir be güzelim, yine yanlışın var.

Mendebur klişelerini bari muhataplarına kullan. Hem Che için, Deniz Gezmiş için hangi putlaştırmadan bahsediyorsun? Çok çok senin de önünde diz çöktüğün özgür düşünceli fikriyatın Che’yi bir ürüne dönüştürmek istemiştir içeriğinden soyutlamak için. Sonra da kendi kafanızdaki putları yıkmaya çalışırsınız, kendi yazdığınıza yine kendiniz inanarak. Ki bir devrim süremindeki mücadele, haddini bildirme safhasında barbarlık veya yamyamlık yapmaz, yaptığına da yamyamlık filan denmez be biidrak. O barbarlık ve yamyamlık için kendi çok yakın tarihine ve fikriyatının evrensel şeceresine de bakabilirsin.

Ülkedeki barbarlığı, yamyamlığı, özgür düşünce düşmanlığını, zulmü es geçip Che’yi bu noktada hedef tahtasına koyan önce elbette art niyetlidir, tetikçidir, tedarikçidir; sonra da aptal kumraldır gözlerini kırpıştırıp konuşurken, bileğindeki takılarla işaret ederken, muhtemelen pırlanta küpeleri saçlardan soyutlarken, degajeyi hafifçe seyre açarken -hafifçe diyorum-, dudakları büzüştürüp aygın baygın bakarken, Özal’ın kalemini enfes yüzüğü göstererek sallarken, ojeli tırnaklı parmakları dolandırırken, kapitalizm filan derken, “tam da” bu esnada fena halde entelektüelleşirken… Bu arada gözüm hafif degajeye takıldı, barbarlığımdan, yamyamlığımdan mıdır nedir? Dönüp videoyu bir daha izlemeli kulaklarıma hala inanamazken ve gariptir diye düşünürken; bir hatun hem bu kadar görece güzel hem de nasıl bu kadar aleni çirkin olabiliyor?

Kusura Bakmayın

Neymiş;

‘kusura bakmayın’mış, ‘zavallı nokta’ymış, ‘putlaştırmak’mış… Aferin sana alçısını sıyırdığım. Ne güzel bellemişsin. Size belletilenlere inanıp da yola çıkacak olsaydık evin yolunu şaşırırdık sizin gibi. Evin yolunu şaşırmak da çok kötü bir şeydir. Her yere varabilirsin… Nitekim, vara vara Rasim Ozan Kütahyalı’ya varmışsın, nereden baksan kötü yol!..Katillere, diktatörlere kahraman payesi verenler o diktatörlerin yandaşlarıdır, yanaşmalarıdır, kalemşorlarıdır, yaltakçılarıdır, yataklıklarıdır, TV’lerde nasıl görüntü buldukları meçhul olanlardır; ama sosyalistler asla değildir. Yazdıklarına, söylediklerine bakarsan sosyalistlerin, bak sosyalistlerin diyorum döneklerin yandaşların filan değil iyi oku, evet o sosyalistlerin ne dediğine bakarsan görürsün diktatörler, caniler ve katillere dair fikir ve analizleri. Bu kez doğru okuma yap ama! Üstelik o kapitalizm, nefes alanını senin gibi ağızlardan buluyor bir nefeste kustuğun nefretten, kendi gerçekliğinden soyutlanmış cümlelerden, çokbilmiş cehaletten; ama inan solun o putlaştırmalarından(!) değil be güzelim.

Kim Katil Kim Barbar

Deniz Gezmiş katildir, Castro barbardır, Che yamyamdır; kim ulan muteber sizin hanenizde? Küba’nın ABD işbirlikçisi Rahip İsmael De Lugo mu, diğer köpek karşıdevrimci Rivero mu Bush mu, Obama mı, kimdir? İslam âleminin son imparatoru mu katil, cani, yamyam, barbar olmayan?“Kapitalizmin alternatifi bu kaçıklar…” gibisinden bir başka laf daha! Ee? Son tahlilin bu mu? Bu sebepten mi dünyadaki zulüm, iki üç kaçık ve onları putlaştıran üç beş adam mı keyfinizi kaçıran? Bunlar olmasa ne olacaktı, kapitalizm nefes alamayıp dünyaya böylece NeoOsmanlı prototip hükümetiniz mi hakim olacaktı? Kim kimin alternatifi olacaktı? Yani sosyalistler Che’ye, Deniz Gezmiş’e kötü gözle baksaydı şimdi dünyayı sosyalizm mi yönetiyor olacaktı? Ne diyorsun kadın, ambale ettin bizi! Kendinden ibaret cümlelerle bir fikri anlatamazsın, TV’lere çıkıp faşizmin görece güzel yüzüyle salyalar akıtamazsın!

Ar damarını çatlamış olabilirsin ama âlem öyle değil.

Bize numara yapma!Can Yücel’in şu meşhur kart-postal lafına göndermeyle devam edecek olursam önce şöyle derim; “barbar sensin, yamyamlar da seni yesin!”

Orhan Veli şöyle de demişti: Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya!

Hiç umurunuzda mı dünya, memleket zam ve vergi manyağı olmuş, ülkenin en yoksul insanları birbirini öldürmüş, cinnet ve faşizm almış başını gitmiş, tuzunuz kuru götünüz duru makyajınız tamam, kaşlar hizada, takılar şıkır şıkır okuyup eğlenin E. Şafakları, işaret edilen yazarcıkları, Dalton Altanları, Melihleri, Yıldırayları, ve dahi muhterem kocan R.O.K.’ları, sipariş kitapları... Kendi faşist işbirlikçi dönek dümbelek cemaatiniz içinde eğlenin. Bakın M. Metiner gibi size de bir mebusluk piyangosu vurabilir, ama siz onun gibi tedbirsiz olmayın, mazinizi böylece sağlam tutun, başınızın kıçınızın bir açığı olmasın…

Höst!

Evet! Zaten Küba, Havana ABD’nin kumarhanesi ve kerhanesi olmamış, Türkiye de ABD için bir üsse hiç dönüşmemiş; Deniz Gezmiş bir maceraperest ve aslında öldürülmemiş, Bodrum’da bir köyde yaşarmış; Che de motosikletiyle bir ara Küba’ya uğradığında bar kavgasında yanındaki hatuna yan bakıldı diye silaha sarılmış. Sonra Bolivya’ya değil de Las Vegas’a kumara gitmiş, hala oralarda bir yerlerdeymiş. Hakiki barbar yamyamlar da bu memleketin her bir noktasında kurumsallaşmamış… Che barbar ve yamyammış…Höst ulan! Ağır gelin!

Not:

Amerika’da veya Tekel Direnişi’nde, bir borsa cancılında veya şuracıktaki bir fabrikada birileri global veya yerel patronlara karşı bir kalkışmaya girişmişse aypotlarla, aypetlerle(ne demekse bunlar) orada sınıf mücadelesi de başlamıştır. Ve elbette daha iyi bir iş, daha güzel bir yaşam içindir. Bunu yaparken komünizmi bilmeye, Marx’ı da hatmetmiş olmaya gerek yok. Çünkü mesele son derece insanidir ve pek evrenseldir, insanlığın en eski mücadelesidir. İlle de kuramlarla, kavramlarla, felsefelerle buna bir ad vermeye de gerek yok. Fakat inatla bir ad vermek isterseniz meselenin kendisi “tam da” komünizme ve Marksizm’e dairdir, senin anlayacağın şekilde söyleyeyim evet o eylemler, direnişler, kalkışmalar komünizmin ve Marksizm’in kapsama alanındadır. Alo, duyuyor musun?

6 Eylül 2011 Salı

Adana; yaşanırlıkta 13'ten 55'e gerilediğini, en yoksul ve işsiz şehir olduğunu kredi kartı sarmalında en büyük borçluya kaydolduğunu unutma!

8 Nisan 2011 Cuma

tatmin olmak üzerine


YÖK başkanı Yusuf Ziya Bey de yaptı şifre açıklamasını.
Eleştirdi mi,
kuşkuyla mı yaklaştı,
bir şaibe olabilir mi dedi,
savcılar duruma el korsun diye mi önerdi,
nedir bu şifre rezaleti diye YÖK'ü ayağa mı kaldırdı?
Hayır!
Kendisi "ikna olmak"tan öteye geçerek "tatmin oldu"!
Ama, efendim
sizin oradaki varlık nedeniniz başka ne olabilir ki?
Hatırlayınız iki Akp'linin aralarındaki o konuşmayı, hani siz yeni gelmiştiniz göreve, hani mikrofon açıktı...
Durun ben hatırlatayım:

"Unakıtan’ın, kahvaltılı basın toplantısında Müsteşarı Aktan ve Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci ile konuşmaları mikrofonlara yakalanmıştı. Kilci ile, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ’ın talebi üzerine Türkiye Denizcilik İşletmeleri ’ndeki görevden alma operasyonunu konuşan Unakıtan, Müsteşarı Aktan ile YÖK hakkında şunları konuşmuştu:

-Aktan : Yeni YÖK Başkanı’nın havası değişmiş, gayet güzel sözler söylüyor.

-Unakıtan: İsterse söylemesin.

-Aktan : Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak sayın bakanım , çok ciddi başarı olur… 300 milyona yakın üniversitelere iyileştirme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar. Daha sesleri çıkmaz. Tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece."

GAK ulan, alayınıza GAK!!! Hem de guk'lamadan GAK!

Bak yine asabım bozuldu!

7 Nisan 2011 Perşembe

bu da gazeteci


Aşağıdaki şu medhiyenin sahibi Zaman gazetesinden biri, İbrahim Öztürk! İnsanın helal sana, diyesi geliyor. En azından adam gayet net bir biat içinde, ne güzel! Yazının ikinci bölümündeki o sitem de aslında belli bir nazın biatı veya baitın nazı ya da cilveli biat...

"Şimdi Cumhurbaşkanımız ile bir kez daha aynı seferdeyiz. Bir büyük uçak dolusu heyeti tek tek dolaşıp selamlarken, uzaktan imrenerek, gıpta ederek, gurur duyarak onu seyrediyordum. Ne kadar çok seviyor halk onu. 'Allah da seviyor ki kullarına da sevdiriyor' diye düşündüm içimden.
İnsanlar ona dua ederken, teşekkür ederek gözleri dokunsan ağlayacak bir samimiyetle dolu, dudakları kıpır kıpır. Biri 'iletmezsem vebal altında kalacağım, eşimin selamı var, annem de yanaklarınızdan öpüyor' dedi.
Devletin başındaki bu kişi de adeta 'ailesinin yanında' rahatlığı içinde. Kimi işadamını doğrudan tanıyor, kimini sektöründen, kimin ailesinden, kimini simasından, kimini şehrinden. Siz benim yerimde olsanız yedi senede yurtdışına sadece 'kazara ve ittirmece' olarak bir kere çıkan, ülkesi krizden krize sürüklenirken adeta 'bana ne, maaşım da makamım da iyi' der gibi duyarsız davranan, duyarsız davranmak ne kelime, halkı ezmek üzere oligarşinin emrine giren Ahmet Necdet Sezer ile bu görüntüyü karşılaştırmaz mısınız?
Milleti için parmağını kıpırdatmadı ancak kırmızı ışıkta durdu, manavda alışveriş yaptı, geyikleri ile Ergenekon entelektüelleri tarafından yere göğe sığdırılamadı. Ömrün kırmızı ışıkta beklemekle geçse ne olur? Nerede neyi temsil ediyorlar! Tarih ve talih onların yeşil ışığını zaten hiç yakmadı! Yine benzinleri bitti ancak yol alarak değil, bekleyerek! Kalkınma iman, itibar, güven, heyecan ve motivasyondur.

Gözlemlere devam edeceğim ancak konuya geleyim. Uçaktan indiğimizden bu yazıyı kaleme aldığım şu vakte dek Cumhurbaşkanı'nı göremiyoruz. Sayın Gül 'bir kısım' gazeteci ile sohbet etmiş, bizim haberimiz yok. Çözülen konuşma metni de ayrıca bize verilmedi. Sahi, gazeteciysem neden gazetecilerle sohbete çağrılmadık?(Editörün notu: Güzelim, sen gazeteci değilsin işte, başka bir şeysin, bu başka bir şeyliği kendi satırlarında ara istersen...) Zaman yazarı sıfatıyla bu geziye katılmama rağmen toplantıya niçin çağrılmadım? (Bak hala soruyorsun! Editörün diğer notuydu bu!)Bu soruya maalesef tatmin edici bir cevap alamadım.

Endonezya'da ben ve çevremdeki bir grup gazeteciye garip bir akreditasyon uygulandı. Beni davet eden irade ile bu ayrımcılığı yapan irade farklı mı, anlamadım? Cumhurbaşkanı Gül'ün çevresinde neler oluyor? Cumhurbaşkanı'nın etrafına kim ya da kimler etten duvar örüyor? En kötüsü de size haber geçemedim. Zaman okurlarının haber alma hakkını ihlal edenlere makul bir gerekçeleri olup olmadığı sorulacağı ümidi ile bu faslı kapatıyorum."

Orada vaziyet böyle, adamlar hem övüyor yetmez ama bir de yeriyor; arada tosta kaşar olmuş vaziyette, ikisini birden yapamayınca biatının galiba kendince bir anlamı kalmıyor...
Vah ki ne vah,
yahu bunlar da gazeteci...

6 Nisan 2011 Çarşamba

ikna olmak üzerine


Şimdi orada bir cephe,
bilmem ne cephesi
şu şaibeli sınavın arkasında
Bizans surları gibi duruyorlar, önünde mi desem?
Yandaş medyasından, tetikçi basınına kadar,
vekilinden bakanına kadar,
hepsi bir koro...

haddizatında dayanışma güzel şey...

Bir yasal araştırma söz konusuyken neden böyle açıklamalar geliyor ben anlamadım, anladım da anlamadım, sonra sınavdaki o pozitif ayrımcılık martavalı... bunu da anladım ama anlamadım... 6 okul dolusu kız öğrenci... Niye ki?

Derken durumu protesto eden gençler polislerce itinayla coplanıyor, dövülüyor, tekmeleniyor... Bari bunu yapmayın. Bırakın çocuklar kendi gazlarını kendileri alsınlar, sonra da ikna olmuş bir ruh dinginliğiyle evlerine dönsünler... Bakın o dövdüğünüz gençler çok yakında gidip oy kullanacak, ona göre...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Onur Caymaz'dan


Adnan Menderes Bir Neydi?

Darbeci, ulusalcı, statükocu değilim, bunca kirletildiği bir ortamda demokratlığı da almayayım; devrimci yeterli. Önceden bilinsin ki yazıya geçebileyim, zira konu hassas: Menderes.

Evet. Seçilmiş, haksız şekilde yargılanıp darbe marifetiyle asılmış bir liderdi Menderes. Üstelik sonu hazin hikâye: Bin türlü saçma sapan dava, bel altı vurmalar... Türkiye’nin utanç tarihinden tuhaf bir yaprak... Yassıada görüntülerinin nasıl da fena olduğu malumdur, amenna. İyi de Türkiye’nin önemli kırılma noktalarından birinde duran, Kemalist yapının ilk itirazcısı bu siyaset adamının öyküsü bu kadar mı?

Nâzım Hikmet’e bakalım önce:

“Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey / iki elinizle okşarsınız, / iki tombul, / iki ak, / vıcık vıcık terli iki elinizle / okşarsınız pomatlı saçlarınızı, / dövizlerinizi, / ve memelerini metreslerinizin.” Tabii bizim Hikmet, belediye şairi, 'usta' yancısı, meyhane kumkuması, kafası çok karışık bir kolej bebesi olmadığı için yaşadığı dönemin en ünlü figürlerinden birine bunca sert bir dille saldırabilmiş. İyi de bunlar niçin yazıyorum?

Hatırlatmak istedim;

zira Adnan Menderes kimi mecralarda devrimci olarak anılıyor artık... Bugün adı en bilinen, en çok örnek alınan, hatta Tayyip Erdoğan’ın bile kendisiyle özdeşleştirdiği, bu ülkenin Özal’dan sonra başına gelen en kötü şeylerden biridir Adnan Bey, fakat devrimci deniyor! Devrimci, içi öyle kolayca boşaltılacak bir sıfat mı?

Amerikalı beyaz adam,

Kızılderililere yaptığının unutulması için Cherokee’yi jip adı, Tomahawk’ı füze eylemiştir. Siyasetin, gündeliğe kattığı anlamlara dil yoluyla ulaşılır. Kelimelerin içi boşaltıldığında yavaş yavaş hatırası da kaybolur. Nasıl ki Godard’ın yönetmen olduğu yerde Özcan Deniz sinemacı sayılmamalıysa; İbrahim Kaypakkaya’nın olduğu yerde de Cezayir savaşında Fransa’yı desteklemiş Menderes devrimci sayılamaz. Gülerler adama.

1950’nin son gününde,

o kar kıyamette, Amerikan ordusuna uşaklık etmek için Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini protesto eden Behice Boran’ı, Sinan Cemgil’in babası Adnan Cemgil’i hapse attıran Menderes mi devrimci? Gülerler.

Şu 'demir ağlarla' ördüğümüz yurdumuzun ilk yıllarını düşünün! Nuri Demirağ’ı bileceksiniz; müteşebbis, önü açılsa dolu şey yapabilecek biri. Yapacaktı yani... Zira İnönü de, büyük devrimci Menderes de hep yoluna çıkar Demirağ’ın. Kurduğu uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir Tank ve Kırıkkale Silah Fabrikaları, NATO standartlarına uymadığı için Menderes döneminde kapatılır. Hatta tek parti yıllarında kurulan kimi traktör ve basma fabrikaları da... Adam devrimci tabii! 1954’te yabancılara petrol arama ve çıkarma izni veren bir devrimci, ama olsun.

Devrimci canım!

Hani 50’lilerde, ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, Ruslara karşı ileri karakol hattımızı Toroslar olarak görürdü hani... Ola ki Rusya Türkiye’yi işgal edecek olurdu, buna karşı bir gerilla harekatı yapmak gerekirdi falan; bu yüzden döneminde NATO’nun da isteğiyle komünizmle mücadele için Seferberlik Tetkik Kurulu (sonraki adı Özel Harp Dairesi) kurduran devrimci... Siz de!

1954 ile 1958 yılları arasında 238 gazeteciyi iktidara karşı yazı yazmakla suçlayan devrimci! Samim Akay’ın 'Vur Abasız’a adlı mizah dergisinin başında, “Sahibi hapishanede olmadığı zamanlar çıkar” yazardı; hey koca devrimci Menderes, az daha kesin oradan da Bolşevik diyelim adama!

9 Haziran 1960,

Turan Emeksiz (onu sadece vapur mu sandınız?) ve Nedim Özpolat’ın naaşları Cerrahpaşa’dan alınır. Kalabalık uğultuların bir ağızdan söylediği türkü: “Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu / Kahrolası diktatörler / Bu vatan size kalır mı?” Saat 12 sularıdır, İstanbul’daki birçok camiden sala veriliyor. Sultanahmet’te cenaze namazı. Her yer pankartlarla, afişlerle sarılı. Orada bir yazı: “Bu genç şehitlerimiz senin yüz karandır Menderes.” İşte o yazıdaki devrimci!

Kesmedi mi?
6-7 Eylül olaylarının olduğu gece “Efkâr-ı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez,” diyen; sonra da hazır mürettip bulunamamışken arada şu komünistleri bu sayede içeri tıkayım diye Aziz Nesin’i, Nihat Sargın’ı, Kemal Tahir’i, Asım Bezirci’yi içeri tıkan devrimci. Sonra Kıbrıs Türktür dernekleri, Vatan Cepheleri falan... Partisine oy çıkmadığı için Kırşehir’i ilçe yapan, odunu aday gösterse vekil eylerim diyen, profesörleri 'kara cüppeli' bilen!

Hakkını da yemeyelim bak.
Büyük faydaları vardı Menderes’in: Bir Vatan Caddesi (ki bu bulvar için yıkılan yerleri saymayın, geçin), bir de Türkçe ezanın kaldırılması. Şükür! Fakat bu şahsiyetin ya da başbakanımızın devrimciliğinden bahsedecekler yine de yavaş gelsin. Anlıyoruz ezikler, tarihlerinden az da olsa pırıltılı bir şey çıkarmaya çalışıyorlar, solun büyük mirasında gözleri var fakat en azından Türkiye’de sağın mazisi işbirlikçiliktir, kandır, işkencedir. O iş o kadar kolay değil, âlemi güldürmesinler kendilerine.

Nâzım ile başlamıştık; Necip Fazıl’ın, büyük devrimcinin ardından yazdıklarıyla bitirelim; farka dikkat edersiniz artık: “Şu ters akan sular çevrilemez mi? / ne güne dek böyle gider bu devran? / zeybeğim, bir sel ol, bir çığ ol, davran! / kır at zincirlenmiş, ufuk sahipsiz...”

Az daha pırıltı isteyenlere Fazıl’ın Ayasofya konuşması ve örtülü ödenek davaları önerilir. Günde üç kere, tok karnına!

23 Şubat 2011 Çarşamba

vize


Malezya vizeyi bize kaldırıyormuş,
Şahane,
Başımız göğe erer gayri...

Fakat, beri yanda
Başbakanımız ısrarla
İstanbul vizesi istiyor,
kimden?
Kendi vatandaşından!
Ve ayrıca sormak gerekmiş;
Efendi sen İstanbul'a neden geldin
kime geldin
kimle geldin
nasıl geldin vs...

Bu daha da şahane!

Birkaç Karga bir araya gelsek de buna gülsek...

22 Şubat 2011 Salı

kaddafi, libya, osmanlı, işçiler


Sanırım 70'lerin sonuna doğru, ilk Türk işçileri Libya'nın yolunu tutar. İşçi dedik zaten, çalışmak için elbette, Kuzey Afrika seyahati filan değil amaç.
Ekmek parası...
Tam da o sıralarda Ruhi Su, ne güzel söyler, epeyce de efkarlı söyler;

"sığmazken atalarım düne yarına
düşmüşüm ben düşmüşüm el kapılarına..."

Tabi bu Almanya ile başlayan bir dramın hem tarihsel hem ekonomik hem de işin insani yanını tahlil eden bir türküdür.
El Kapıları...

Evet,
Libya'ya çalışmak için Türkiye'den işçiler gider,
Tam da o sıralarda Kaddafi şöyle söyler,
Alın, size Osmanlının torunlarını köle olarak getirdim.
İsteyen bu cümle üzerine roman yazsın.
Hayır, derdim Osmanlıcılık filan değil, Osmanlı umurumda bile olmaz.
Derdim;
1)İnsanını yurdışında çalışmak zorunda bırakan ülkeler, hükümetler...
2)Çalışmak için yurdışına gitmek zorunda kalan insanlar...
ve o basiretsiz hükümetlerin insanlarına reva gördüğü haller...
Sahi, O Kaddafi ki bir dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını çadırında nasıl ağırlamıştı(!)...
Bir de şimdiki başbakanımıza bir Kaddafi ödülünün verilişi söz konusudur... Uzun mevzular ve ayrı bir yazının konusudur bunlar...
Geçelim...
Konumuz el kapıları, Kaddafi ve onun bu yana bakışı...
Şimdiki zaman itibariyle, Libya'da 25 bin Türk işçisinin olduğu söyleniyor. Libya'da 25 bin işçimiz, Kaddafi'ye göre 25 bin Osmanlı torunu ve 25 bin köle...
Nereden baksan dramatik bir durum...

18 Şubat 2011 Cuma

karganame


Yolda yürürken
bir karga
arkanızdan gaklarsa:

Arkasından
koştuğunuz
şeyler
muhakkak sizin olacak...

16 Şubat 2011 Çarşamba

bilge karga ile sefil tilki


[Karga ile Tilki Hikâyesi’nin Gerçeğini Hikâye Ederiz]

Efendim, Karga ile tilkinin hikâyesi hakikatte şöyledir:
Bizim Karga rakı masasına gidecektir, ahbaplarla nevale hazır edilmiştir. Bizimki de bakar çilingir sofrasına, Ezine Peynir eksiktir.
Olmaz, der, bir kanatta gider alır gelirim. Nedir ki, kuş uçuşu 500 km’dir.
Gider, alır. Lakin dönüşte pek yorgun düşer. Eh, onca senenin Kargasıdır, yaş gelmiştir, kemale de ermiştir, gençliğin körük ciğeri vs haliyle yoktur, bir de son zamanlarda sigarayı filan artırmıştır.
Şu kuru dallarda bir soluklanayım der kendine.
Yakar bir filtresiz bu arada. Tam da o sırada sefil tilki geçiyordur.
Her kurnaz gibi sefil bir mahlûk!
Efendime söyleyeyim, görür tabi bizimkini nefis kokulu Ezine ile. Kurar zavallı senaryosunu. Yok şarkıdır, türküdür, sendeki ne güzel bir sestir; olmadı evde çocuklar aç biilaçtır, yengen vallah hastadır, üç gündür eve bir lokma girmemiştir, yani…
Aslında yemez bu numaraları bilge Karga, ama insan evladıdır; ki son zamanlarda eski Yeşilçam filmlerini izlerken gözleri de dolmaktadır. Tamam bre adam, der. Sen al şunu, ama heder etme bak… Döner gider bir yarım kg daha alır.
Hikâyenin aslı budur.
O tilki dümbüğü de âlemde mevzuyu farklı konuşur.
La Fontaine de ona alet olur…
Evet, öğrendiniz şimdi işin aslını…

korkuluk


Scarecrow

“Kargalar aslında korkuluklardan korkmazlar,
Ama şöyle derler:
Şu Çiftçi John, ne iyi bir adam, bizi güldürmek için neler yapıyor.
Bu yüzden onun tarlasına konmazlar.

Aslında Kargalar korkuluklardan korkmazlar…”

[Al Pacino ve Gene Hackman’ın oynadığı 1973 yapımı enfes bir film olan “Scarecrow / Korkuluk”dan…]
__________________
___________
Director:
Jerry Schatzberg
Writer:
Garry Michael White
Stars:
Gene Hackman, Al Pacino and Dorothy Tristan

________________________________

15 Şubat 2011 Salı

kuzgun


"Gururlu sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
Gerçi yolunmuş sorgucun dedim, ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin karasından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm Kıyısından;
Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman."

[Edgar Allan Poe]

der ki


Milan Kundera der ki;

“İyimserlik halkın afyonudur.”

...daha ne desin?
nokta

14 Şubat 2011 Pazartesi

buna kargalar bile güler


Çiftçiyi azarla,
Memura hiddetlen,
İşçiyi hırpala,
Profesörü tutukla,
Üniversiteyi fırçala,
Gençlere terörist de,
Muhalifi derdest et,
İşsizi aşağıla
Güçsüzü ez,
Yandaşa kıyak,
Çocuklara dayak,
Partiliye hibe,
Vatandaş heba,

Elâleme afiyet sıhhat, bize...

Sonra;

"Bizim siyasetimizde korku yok, korkutmak yok... tehditlerle ayakta kalma çabası yok... yaşam tarzına müdahale, yasaklama, kısıtlama yok. Bizim siyasetimizde istismar yok..."

Deniyor...
Biz de inanıyoruz.
Hani denir ya, buna kargalar bile güler.
İtiraz ediyorum, "bile" gereksiz burada,
buna kargalar güler,
çok güler,
en çok onlar güler,
azınlıkta kalacağını bile bile güler,
ama güler,
belki ağlamak ister de sadece güler...

kargalama 1


O karga var ya, delikanlı hayvandır. Hayvandır lafı ağır kaçtı. Kuştur. Ben şimdi ona hayvan deyince hakaret etmiş gibi hissettim. Bu yüzden kuş diye düzelttim. İyi mi ettim bilmem. Pozitif ayrımcılık yaptım galiba. Demek ki pozitif ayrımcık iyi bir şey... Her türlü ayrımcılığın olduğu ülkemizde pozitif ayrımcılık ehveni şerdir elbette. Yani kötünün iyisi... Ama “kötü” kategorisinde bir vaziyeti temsil eder neticede. O zaman bunun da iyi bir şey olmadığı anlaşılıyor hemencecik.
Ne diyordum ben? Karga diyordum, harbi bir varlık. Prensip sahibi, bilge bir kuş arkadaştır. Ama daha önce de dediğimiz gibi kuş beyinli değildir. Bu yönüyle kuş cinsinin üzerinde bir şeydir. Birçoğu, karganın en zeki hayvanlardan biri olduğunu kabul eder. Ben de o “birçoğu” grubuna dâhil ettim kendimi. Hatta orada kafaya oynarım bu inançla.
Bu sayfada sıkça paylaşacağız kral karganın toplum üzerindeki etkilerinin tahlillerini.
Karga!
Güzel hayvan. Hayvan dedimse o manada değil: ))

öfkeli karga soruyor



Başbakan Ordu’da şöyle diyor:

"Bizim siyasetimizde korku yok, korkutmak yok. Bizim siyasetimizde dedikoduyla, sanal korkularla, sanal tehditlerle ayakta kalma çabası yok. Başkalarının yaşam tarzına müdahale, yasaklama, kısıtlama yok. Bizim siyasetimizde istismar yok, kutsal değerleri, hassasiyetleri siyasete alet etmek yok. Bizim siyasetimizde karnından konuşmak, çark etmek, nabza göre şerbet vermek yok."

Bakınız;
Soner Yalçın OdaTv’de yayımlanan bir haber üzerine tutuklanıveriyor.
Torba yasa ile tarihin en büyük vergi affı geliyor, coşturuyor avantacıları.
Öncesinde sigara ve içki yasakları, fahiş zamları, neymiş; sağlıkmış…

Korku yok, korkutmak yokmuş,
Nabza göre şerbet yokmuş,
Yaşam tarzına müdahale yokmuş…

Her noktası çelişki,
Gülsem mi ağlasam mı?
Efendim?

bir parça daha Mısır


Devrilip giden Mübarek'in daha üç ay önce (rakamla 3) ezici bir oy çokluğuyla iktidara tekrar tekrar geldiğini biliyor muydunuz?
Şahsen bu kadar yakın bir tarihi bilmiyordum.
Üç ay önce kralsın şimdi kırılırsın, ya Mübarek.
Muhtemelen aynı yolun yolcularıda sana nehrin bu yakasından akıl hocalığı yapar.
Üç ay önce be sadece 3 ay!
Ne olmuş olabilir ki bu üç ayda?

zagor'un sözü



Bir film izlemiştim, adını oyuncularını unuttum gitti.
Şöyle bir sahne vardı ve fakat. Onu hiç unutmadım:
Latin Amerikada bir mekandır.
Esas oğlan kitleleri arkasına almıştır.
Bir isyan bir devri kapama kıvamındadır.
Ne güzeldir.
Ama bir gazeteci de vardır oracıkta.
Şöyle bir sabitler durumu, kahraman ve arkasındaki kitlesi açısından (aşağı yukarı şöyle):
Şimdi arkanda bir kitle var. Güçlü gibisin. Fakat çok heyecanlanma, bu kalabalıkla birlikte yok olacaksın, der.
Sebebini sorar bunun.
El cevap beni şahsen tatmin etmiştir, film de zaten öylece bitmiştir.
Çünkü, der;
seni ayakta tutacak bir ideolojin yok!

Mısır'a, o civara 'hatta hayatın bizatihi kendisine' bir de böyle baksak...